Uzak geçmişe gitmeye gerek yok; yakın tarihimiz travmalarla dolu. Son iki yılda yaşadığımız travmalar tür tür. Bu travmalar bizi farklı derecelerde etkiledi, sarstı ya da bazıları toplumun bütününü teğet geçti, hiç dokunmadı.
Yaşadığımız travmaların en büyüklerinden biri 2018 Ağustos ayında karşı karşıya kaldığımız ekonomik çalkantı ve onu izleyen ekonomik kriz oldu. Cumhuriyet tarihinin 16 numaralı bu krizi önceki krizlerden son derece farklı bir kriz oldu (1).
Son 30 yıllık tarihinde 5 kez kriz yaşamış olan toplum, hızla toplumsal hafızasında yer etmiş bulunan savunma mekanizmalarını uyandırdı, kendini koruma stratejilerini geliştirdi. Tüketiciler hızla hayat tarzlarını gözden geçirdiler ve eve kapandılar; satın alma davranışlarını ve alışveriş alışkanlıklarını değiştirdiler ve yeni hayata hızlı adapte olmanın yollarını aradılar. Bir yandan hızla artan fiyatlarla mücadele ederken, öte yandan da işsizlik gibi temel endişe kaynaklarına karşı kendilerini korumanın yollarını keşfetmeye çalıştılar. Bu zorlu günlerde endişelerini gidermek için sığınabilecekleri güvenli limanlar aradılar.
Öncelikli liman kuşkusuz ki her zamanki gibi aile oldu. Aile içi, akrabalar arası, arkadaşlıklar arası dayanışma ihtiyacının arttığı bu dönemde, toplumsal kurumlara duyulan güvenin ciddi bir erozyona uğramasına da paralel olarak, onun bir adım ötesinde, tüketicilerin güvenli liman olarak görebilecekleri sadece belli markalar ve şirketler kalmıştı. Tüketiciler oraya sığındılar ve sadece sınırlı sayıda marka ve kurum bu beklentileri karşılayabildi, diğerleri sınıfta kaldı ve samimiyetsizlikle suçlandılar.
Aşağı yukarı bir buçuk sene içinde tüketiciler enflasyon artışını da, işsizlik oranlarını da, ekonomik çalkantıları da içselleştirdiler, ekonomik göstergeler her ne olursa olsun durumu zihinlerinde normalize ettiler. Hayata devam etmenin yolu kabul etmekten ve ona uygun strateji geliştirmekten geçiyordu.
Şimdi geriye dönüp baktığımızda bir tek ekonomik krizin adının tam konmamışlığını görüyoruz ve bu durum 2018 krizini diğer tüm krizlerden ayırıyor. Bilindik bir gerçektir; dil hayatın ve olguların nasıl algılandığına işaret eder. Bir olguyu onunla ilişkilendirdiğiniz kelime şekillendirir. Ekonomistlerden ve siyasetçilerden bağımsız olarak, toplumsal anlamda yaşadığımız olaya kriz adını koymaktan imtina ettik. Kimilerimiz onu kriz olarak gördü, kimilerimiz dış dünyanın komploları sonucunda karşı karşıya kaldığımız ve kısa zamanda yenebileceğimiz bir ekonomik çalkantı.
(1) Cumhuriyet tarihi boyunca 1929, 1946, 1954, 1958, 1969, 1974, 1978, 1980, 1986, 1989, 1991, 1994, 1998, 2001 ve 2007 yıllarında tam kez 15 kriz yaşandı.
Bu ekonomik olaya verilecek adı, olayı toplumsal kutuplaşmanın hangi kampından izlediğimiz belirledi. Hükümet ve AKP karşıtı kampta yer alıyorsak, bu bir krizdi ve Hükümet tarafından izlenen politikaların sonucunda ortaya çıkmıştı; Hükümet yanlısı kampta yer alıyorsak, ortada bir kriz yoktu, Türkiye’ye karşı belirli güçler tarafından düzenlenen bir oyun vardı.
Toplumsal kutuplaşma sadece ekonomik kriz dönemindeki algılarımızı etkilemekle kalmadı, yaşadığımız diğer travmaların algısını da etkiledi. Türkiye, komşusu Suriye topraklarında yakın dönemde çeşitli askeri harekatlar düzenledi ve en son düzenlenen Bahar Kalkanı Harekatı da dahil olmak üzere 60’a yakın şehit verildi. Bu bir çok ülkede toplumsal hareketleri canlandıracak kadar önemli bir sayıydı. Askeri harekat sonrasında son derece büyük bir mülteci dalgalanması oldu ve Türkiye sınırlarını mültecilerin Avrupa’ya gitmesi için açtı. Aslında bu, çok önemli bir toplumsal travmaydı, ancak toplumun bir bölümüne dokundu, diğer kesime teğet geçti ya da hiç dokunmadı. Mensubu olduğumuz kampın nüfusu kadar kesim Hükümet’in Suriye ve mülteci politikasına destek verdi, diğer kamp da Hükümet’ten desteğini esirgedi (evet, yine yaklaşık yüzde 50 – 50).
Son zamanlarda yaşadığımız toplumsal travmalar sadece ekonomik ve siyasi alanda ortaya çıkmadı. Yakın zamanda karşı karşıya geldiğimiz en önemli travmalardan birisini deprem tetikledi. Ülkenin doğusunda Elazığ ve batısında da Manisa ve İzmir uzun süre deprem gerçeği ile birlikte yaşadı ve yaşıyor. Bir de büyük İstanbul depremini hatırlatırcasına İstanbul’da birkaç kez sallandık. Toplumca yıllar sonra yeniden ölüm korkusuyla yüz yüze geldik. Ne Hükümet ne de belediyeler bu konuda önlem almıyordu, hazırlıklı değildik. Ancak, ölüm duygusunu unutma güdüsü yine galip geldi ve kısa bir süre sonra deprem konusunu unuttuk. Zaten yoğun ülke gündemi de buna yeterince zemin hazırlıyordu.
Toplum bugün bambaşka bir gerçeklikle karşı karşıya, bildiğimiz tüm ezberler bozuldu. Korona isimli bir virüs hayatımızı hızla alt üst etmek üzere Mart ayında topluma karıştı.
Korona virüsünü ilk kez Aralık ayı sonundan itibaren yavaş yavaş duymaya başladık, o zamanki adı Vuhan Virüsü idi. Neredeyse ilk gününden itibaren lanetlediğimiz 2020’nin ilk aylarında, virüs önce ve özellikle Çin’i vurmaya ve can kayıplarına yol açmaya başladı. Virüsün bizimle bir ilgisi yoktu. Virüs bize uzaktı. Oradaydı. Herhangi bir tehdit unsuru yoktu. WHO gibi büyük bir uluslararası örgüt bile virüsü önemsemiyordu, pandemi denilmesi için daha çok erkendi.
Virüs daha sonra hızlı bir şekilde ve kısa sürede, günler içinde, yakınımıza geldi; Avrupa’da ve komşularımızda görülmeye başlandı. Hızlı bir şekilde vaka sayıları artarken, ölümlerin de hızla yükselişine tanık olmaya başladık. Virüsün adı artık COVID – 19 olmuştu. Ve öncelikle yaşlıları vuruyordu. Virüs hala bize uzaktı. Çin’den sonra komşumuz İran’daydı. Daha aşina ve yakın olduğumuz Avrupa’daydı. Dışımızdaydı. Bizde yoktu. En fazla ve en yakın olarak televizyonumuzun ve cep telefonumuzun ekranlarındaydı.
Sonrasında
ülkeler ve sınırlar bir anda kapanmaya başladı. AB ülkeleri sınırlarını Avrupa
dışına kapatmakla kalmadı, üye ülkeler arası mobilizasyonu da engellediler. AB,
yardım talep eden üyesi İtalya’ya hiçbir destek sunmadı. Bir çok ülkede OHAL ve
sokağa çıkma yasakları ilan edildi; ülkeler, şehirler karantina altına alındı.
İngiltere ve sınırlı ölçüde Hollanda salgının başlangıcında ‘demografik
temizleme’ ile sonuçlanabilecek sürü bağışıklığı projesine onay verirken, hızla
bu siyasetten geri dönüş yaptılar. Başta Almanya, Fransa ve ABD durma noktasına
gelen ekonomik ve ticari hayatı canlandırmak için tarihin en büyük ekonomik
destek paketlerini açıklamaya başladılar. ABD ve Fransa özel şirketleri
gerekirse kamulaştırabileceklerini söylediler. ABD hızla sağlık sistemini
değiştirdi. Borsa tüm dünyada çöktü. Zor oyunu tüm dünyada bozuyordu.
Ve Türkiye ilk COVID-19 vakasından 11 Mart günü haberdar oldu. Aradan geçen yaklaşık 10 günde Sağlık Bakanı 670 vaka ve 9 kayıp haberi paylaştı. 2 Uzakta gördüğümüz, bu topraklarda olmayan Korona artık içimizdeydi, aramızdaydı. Hızla yayılıyordu.
Yıllar sonra ilk kez ekonomiyi, pahalılığı, geçim sıkıntısını ve işsizliği unuttuk. Korona dilimize yerleşti. Günlük hayatımızın bir numaralı konusu oldu. Metropol illerinde yaşayanlarımızın yüzde 80’ini ‘korona’, ‘virüs’ ve ‘sağlık’ dışında başka bir şeyden söz etmez oldu. Krizin ilk dönemlerinde bile yüzde 65-70’ler düzeyinde ekonomi konuşuyorduk, virüs bu skoru ezdi geçti ve dilimize yerleşti.
Şu an toplumsal bir şok yaşıyoruz. Ekonomi ve siyaset kökenli endişeler yerine bir anda derin bir şoka bıraktı. Toplumca far görmüş tavşan misali durduk kaldık. Ekonomiyle ve siyasetle ilgili her türlü düşüncemiz, inancımız, tutumumuz, algılarımız her ne varsa, her şey dondu kaldı. Bir çok sosyal mesele hakkında geçen ay ne düşünüyorsak, bugün de aynı şekilde düşünüyoruz. Zamanı durdurduk. Şu an düşman tek ve evrensel. Olayları ve zamanı dondurarak kendimize ‘koruma kalkanı’ yarattık; ‘her şey aynı’ diyerek zihnimize rahatlama alanı açtık.
Toplumca yaşadığımız şoka farklı farklı tepkiler veriyoruz; kimilerimiz ‘varkalım’ modu’na hızla geçti, kimilerimiz ise hala ‘inkar’ düzeyinde. Hepimiz kendimizi rahatlatmak adına virüs karşısında önlem aldığımızı söylüyoruz (yüzde 80), ancak metropol illerinde yaşayanların sadece yüzde 40’ı davranış değişikliği aşamasına geçmiş. Yüzde 60’lar mertebesindeki yüksek bir kesim henüz hayat tarzında en ufak bir değişiklik yapmamış durumda. Oysa, önümüzde bu konuda kötü yaşanmış örnekler var; en başta İtalya gibi.
(2) 20 Mart 2020 tarihli Sağlık Bakanlığı rakamları.
En temel davranış değişikliğimiz gerekmedikçe dışarı çıkmamak, kalabalığa karışmamak ve temizlik (bireysel ya da ev temizliği).
Sosyalleşme en çok hasar gören ve daha da görecek olan en temel insani motivasyonumuz. Bu motivasyonu bugün digital dünyanın nimetlerinden yararlanarak beslemeye çalışıyoruz. Aile üyeleri, arkadaşlar, iş arkadaşları arasında saatler süren BİP, Facetime, WhatsApp sohbetleri ya da yazışmaları aramızdaki sınırları ve engelleri kaldırarak bizi birbirimize yakınlaştırıyor. Günlük hayatımızı artık daha fazla ekranlara taşıyoruz.
Temizliğe verdiğimiz önem bir başka motivasyonumuzu derinden besliyor. Bir virüse karşı verilen savaşta temizlik en önemli muharebe alanlarından birisi ve en temel hedefimiz arınmak. Virüsten arınmak, mikroplardan arınmak, düşmandan arınmak. Bunun için de kontrol duygusunun tamamen bizde olması için çabalıyoruz. Bu dürtülerle daha çok dezenfektan, kolonya tüketiyoruz ve tuvalet kağıdı alıyoruz.
Gün, aynı zamanda aile üyelerini, yakın dost ve arkadaş çevresini koruma kollama günü. Aidiyet duygusunu en derin hissettiğimiz zamanlar ve üstelik vaka sayıları ve kayıplar arttıkça birbirimize daha çok ihtiyaç duyacağız. Bu alan şu an bizim tek başımıza yönettiğimiz ve bu anlamda biraz da yalnız kaldığımız bir alan.
Koronavirüsü bugün itibarıyla toplumda önemli bir değişikliği de tetikledi. Türkiye’de özellikle son 7 yılda yoğun bir şekilde gördüğümüz ve deneyimlediğimiz toplumsal kutuplaşma ilk kez kırılmaya, daha ihtiyatlı bir tabirle, çatırdamaya başladı. Bugün metropol nüfusunun yaklaşık yüzde 85’i devletin / hükümetin virüs karşısındaki politikalarına destek veriyor ve virüsün yayılmasını önlemek için gereken önlemlerin alınacağına inanıyor. Toplum, bugünün koşullarında meseleye partiler üstü bir tepki veriyor. Yıllar sonra ilk kez siyasi kimliklerimizden arınarak hep birlikte bir sosyal harekete katılıyoruz ve saat 21:00’de sağlık çalışanlarına destek vermek için evimizin balkonlarına, bahçelerine çıkarak onları alkışlıyoruz. Türkiye’nin doğusu da batısı da kuzeyi de güneyi de bu dayanışma hareketinin bir parçası.
Devlet Baba figürünün yıllar sonra yeniden aramıza dönme ihtimali belirdi. İnsanların da toplumların da en temel motivasyonlarından birisi güven arayışı, özellikle böylesi günlerde. Ekonomik kriz döneminde sırtını büyük şirketlere ve holdinglere dayamayı tercih eden tüketiciler için belki de devlet korona günlerinde sığınılacak güvenli liman olacak.
İçinde bulunduğumuz bu şok halini bir nebze olsun atlatacağımız önümüzdeki günlerde taşlar yerine oturmaya başlayacak. Toplumsal ve ekonomik kırılmaların nerede gerçekleştiğini Nisan ayında daha net bir şekilde göreceğiz.